Yakın zamanlarda gazeteye verilen ilanlardan üç sessiz harfli bir yöntemin her derde deva bir yaklaşım olarak tanıtıldığını görüyoruz. “İstersen başarırsın”, “Kendine güven başarırsın” sloganlarıyla, ne söyleyenin, ne de dinleyenin inandığı bu tür programları yönetmek üzere sertifika alabilmek için, ilkokul diploması bile ön koşul olarak aranmıyor. Açık alan eğitimlerin sonucunda insanların korkularını yenmeleri ve grup oyunları oynamaktan zevk almaları onlara kişisel katkı sağlar, ancak bu onların daha iyi ekip çalışması yapabilecekleri ve beceri alanlarında gelişme gösterecekleri anlamına gelmez. Son zamanlarda eğitimde heveslere vereceğimiz örneklerin sayısı bir hayli arttı. Mutfakta yemek pişirerek ekip çalışmasını, deniz altına dalarak dayanışma ve işbirliğini geliştirmek gibi birçok boş zaman etkinliğinin eğitim olarak adlandırılıp, pazarlandığını görüyoruz. Böylece CEO’ların veya İK direktörlerinin özel ilgi alanları, “artık eğitime doymuş”(!) olduklarını düşündükleri çalışanlarına farklı ve yeni bir şeyler sunma çabaları, onları çalışan motivasyonunu artırdığını varsaydıkları “hoşluklar”la sevindirme gayretleri, şirketlerin eğitim bütçelerinden karşılanmış oluyor. Bir eğitim programının amacına ulaşması için ön koşul, çalışanların ve kurum hedeflerinin program içeriği ile güçlü bir şekilde ilişkilendirilmiş olmasıdır. Bunun içinde kurum yönetimleri ve İK bölümlerinin her derde deva hızlı çözüm vaatlerini titizlikle ve enine boyuna analiz etmeleri ve sorgulamaları gerekir.
DEVAMINI OKUPeter Senge’nin 1990’larda ortaya attığı “öğrenen organizasyon” kavramı, günlük olayların ötesine geçmeyi başarabilen bir düşünürün, iş hayatında ilk sinyalleri görülmeye başlayan dönüşümü deşifre ederek sunduğu çığır açıcı bir öneri, bir yeni dünya felsefesidir. Çağdaş kurumsal eğitim etkinliklerini yerli yerine oturtabilmek, öncelikle bu uğraşların ardındaki temel mantığı çözmeyi gerektirir. “Kurumsal eğitim ve gelişim”i doğru anlamlandırmayı ve doğru yönetme bilinci oluşturmayı kolaylaştırır.
DEVAMINI OKUBilişsel psikoloji, “insan zihni nasıl çalışır, nasıl düşünürüz, nasıl hatırlarız ve sonuç olarak nasıl öğreniriz?” sorularına açıklık getirir. Beynimizde neler olup bittiğini bilmek, gelişimi sürükler, yeni kararlar almamıza yardımcı olur ve eğitim programları geliştirmemizi sağlar. Bilişsel psikologlar, “programlanmış bilgisayar” ile “problem çözücü insan”ın, her ikisinin de bilgi-işleyici sınıfına dahil olduğunu ve her ikisinin de sembollerle çalıştığını ileri sürmektedirler. Öğrenmeyi, bir bilgi yapısı oluşumu veya var olan bilgi yapısının değişime uğrayarak gelişmesi olarak yorumlarlar. Yetişkin eğitimini incelerken, nasıl öğreneceğimizi ve nasıl öğreteceğimizi şekillendiren temel kavramları göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Eğitim programları yeni edinilen bilgiyi saklama ve geri çağırmayı destekleyecek anlamlı düzenlemeler ve durumlar sunmalıdır. Sonuç olarak, yetişkinler bildiklerinin üzerine yeni bilgiyi etkili bir şekilde inşa ederek öğrenir. 1973 yılında yayınladığı Yetişkin Öğrenci kitabıyla Malcolm Knowles ayrıntılı bir “yetişkin öğrenmesi” kuramı formüle etti. Yetişkinlerin öğrenmek için belli durumlara ihtiyaç duyduklarına dikkat çekti ve bunları “andragoji” ifadesiyle tanımladı. Yetişkin insan anlamına gelen “andra”, ve yol gösterme anlamına gelen “agosos” sözcüklerini birleştirerek, yetişkin eğitimi yöntemini inceleyen bir disiplin oluşturdu.
DEVAMINI OKU