Kent ortamında yaşanan ekonomik ve sosyal değişimler, ailelerin özerkliğe verdiği değeri artırmış görünmekte. Çocuk merkezli, davranışla sonuçları arasında nedensel ilişkiler kurarak ve kanıt göstererek inandırmaya dayalı aile içi eğitimin yayıldığı gözleniyor. Çocuğun ailesine ve yakınlarına duygusal bağlılığını koruyarak özerk ve bağımsız olması, Türk ailesinde giderek daha fazla değer kazanıyor (Kağıtçıbaşı, 1982). Araştırmalar, geleneksel toplumlarda, zekanın “sosyo-duygusal” özelliklerle tanımlanmasına karşılık, sanayileşmiş Batı toplumlarında tam tersine, zekanın sadece bilişsel yönünün vurgulandığını gösteriyor. Görünen o ki, gelişmişlik düzeyi arttıkça duygularla düşünceler birbirinden ayrılmakta. Yakın zamanlara kadar zihinsel yeteneği başarı ölçütü olarak öne çıkaran, duyguları olumsuzlayan bireyci Batı toplumlarında, zekanın bilişsel, sosyal ve duygusal öğelerinin bütünsel ele alınması gereği giderek önem kazanıyor. Batıda büyük rağbet gören duygusal zeka kavramının ardında belki de derin, sevecen, sürekli ilişkiler kurabilen benliğin yeniden yapılandırılması arayışı var.
İngiliz tarihçi Geofrey Lewis (1974), Türklerin portresini çizmiş: “Çekingen ve saygılı insanlardır….Ağırbaşlı ve ölçülüdürler. Hata yapmamaya çalışırlar. Mahçupturlar. Konuksever ve kibardırlar. Asık yüzlüdürler. Mizah duygusuna sahip olmadıkları söylenir. Duygusal ve onurludurlar. Kolay alınırlar. Yaşamı onurla ve özsaygıyla sürdürmeye çalışırlar.”*
Tanımda yer alan özelliklerin duygusal zekayı oluşturan bazı yetkinlikler olduğu görülüyor; saygılı, ölçülü, kibar, onurlu, özsaygılı gibi. Duygusal zeka bakımından olumsuz belirtiler de aynı tanımda var; çekingen, asık yüzlü, mizah duygusundan yoksun, duygusal ve alıngan gibi.
Kuşkusuz tanım Lewis’in öznel değerlendirmelerini yansıtıyor, ama gözlemlerini de. Kimlikler de başkalarının bizde algıladıkları değil mi? Sabit, sürekli ve sosyal ortamdan bağımsız olan kişilikten farklı olarak, benlik ve kimlik sosyal etkileşimlerle oluşur, kültürü ve algıları yansıtır.
1991-1994 yılları arasında İstanbul’da yürütülen bir çalışmada (Kağıtçıbaşı, Erken Destek Projesi), Türk annelerin yüzde 80’inin “iyi çocuk”u; nazik, uysal, uyumlu ilişkiler kurabilen, anneye karşı çıkmayan gibi niteliklerle tanımladıkları görülmüştü. Kırsal bölgelerde de, uysallık, sevecenlik ve insanlarla iyi geçinmenin ön planda tutulan değerler olduğu bulunmuş. “Akıllı çocuk nasıl olur?” sorusuna, özellikle düşük eğitimli Türk annelerin “uysal, uslu” yanıtı verdiğini gözlüyoruz.
Dilimizdeki “us” sözcüğü akıllı anlamına gelse de, günlük kullanımda anlam değiştirmiş ve sessiz, iyi huylu, uysal gibi anlamlar kazanmış. Zekayı, bir bakıma, insanlararası ilişkilerle tanımlıyoruz; “akıllı kişi”nin başkalarına duyarlı, sosyal sorumluluk sahibi olmasını bekliyoruz. Kültürel çevremizin zekayı ve duyguları nasıl tanımladığı ve nasıl ilişkilendirdiği bizlerden beklenen davranış biçimlerini etkiliyor.
Çocuğun sosyalleşmesinin asıl sorumlusu olan ana-babanın uyguladığı disiplin de kültürün beklentilerine uygun biçimlenir. Türkiye’de yaygın olan otoriter, ana-baba merkezli, davranışları ceza yoluyla denetleyen aile modeli, bağımlı, itaatkar, sosyal uyuma değer veren, sorumluluk sahibi olmayı özendirir. İnsan ilişkileri bağlamında gelişen, başkalarının beklentilerini hesaba katan, başkalarına karşı duyarlı bir kimlik yapısını vurgular.
Kent ortamında yaşanan ekonomik ve sosyal değişimler, ailelerin özerkliğe verdiği değeri artırmış görünmekte. Çocuk merkezli, davranışla sonuçları arasında nedensel ilişkiler kurarak ve kanıt göstererek inandırmaya dayalı aile içi eğitimin yayıldığı gözleniyor. Çocuğun ailesine ve yakınlarına duygusal bağlılığını koruyarak özerk ve bağımsız olması, Türk ailesinde giderek daha fazla değer kazanıyor (Kağıtçıbaşı, 1982).
Araştırmalar, geleneksel toplumlarda, zekanın “sosyo-duygusal” özelliklerle tanımlanmasına karşılık, sanayileşmiş Batı toplumlarında tam tersine, zekanın sadece bilişsel yönünün vurgulandığını gösteriyor. Görünen o ki, gelişmişlik düzeyi arttıkça duygularla düşünceler birbirinden ayrılmakta. Yakın zamanlara kadar zihinsel yeteneği başarı ölçütü olarak öne çıkaran, duyguları olumsuzlayan bireyci Batı toplumlarında, zekanın bilişsel, sosyal ve duygusal öğelerinin bütünsel ele alınması gereği giderek önem kazanıyor. Batıda büyük rağbet gören duygusal zeka kavramının ardında belki de derin, sevecen, sürekli ilişkiler kurabilen benliğin yeniden yapılandırılması arayışı var.
Bizim için önemli olan ise, günümüzün iş hayatında kritik başarı faktörü niteliği kazanan duygusal zekanın, kültürel değerlerimizde zaten var olan boyutlarını tanımak ve bu temel üzerinde duygusal yetkinliklerimizi geliştirmektir.
Kaynaklar:
- Güvenç, Bozkurt. (1996 – 4. Basım). Türk Kimliği:Kültür Tarihinin Kaynakları, Remzi Kitabevi, sayfa 362, Belge 10-2.
- Kağıtçıbaşı, Çiğdem. (1998). Kültürel Psikoloji:Kültür Bağlamında İnsan ve Aile, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *